Alternatif Tıp
Bugün bir takım tıpçıların hakir gördüğü tıbbın ana kaynakları ve geleneksel uygulamalar, ‘alternatif tıp’ veya ‘tamamlayıcı tıp’ olarak etiketlendiriliyor.
İlk İnsandan Bu Güne Tıp, Hastalık Ve Şifa
Kisra’nın meclisinde Büzrüçmihr, bir Rum filozofu ve bir de Hint hâkimi bir araya gelince, kendilerine “dünyada en güç, en zor şey hangisidir” diye sorulur.
Rumî der ki: ‘İhtiyarlık, parasızlık, el darlığı’
Hintli der ki: ‘Hastalık, keder’
Büzrüçmihr ise: ‘Ecelin yakınlığı ile amelin kötülüğüdür’ diye cevaplar. Netice de üç görüşünde doğru olduğu kabul görür.
Sıhhat, hem Allah (c.c.)’ın kullarına verdiği en büyük nimet, hem de muhafazası zorunlu bir mükellefiyet. İnsanın sıhhati, kulun imtihanı, ikazı, cezalandırılması veya mükâfatlandırılması maksadıyla yahut kişinin beden ve ruhunun haklarını ihmal etmesi ve de çevresel etkilerle de bozulabilir.
Malum, İslam canın, aklın, dinin, neslin ve malın korunmasını emreder ve her Müslüman bunları korumakla mükellef. İnsanın ister şahsi, isterse de toplumsal hataları yüzünden olsun can tende iken beden zarar görür ve çürür. Bunun neticesi de, insanı zulme ve ölüme götürür.
Her Hastalığın Bir Şifa Var
Hastalık da şifa da, Allah’ın bilgisi ve iradesi haricinde gelişen tesadüfî hadiseler değil. Hastalıklar ister kulun davranışları yüzünden, isterse de kula bağlı olmaksızın Allah’ın takdiri sebebi ile zuhur ederse etsin, kişi tedavi ile mükelleftir.
Hastalığı yaratanda, onun şifasını verecek olanda Allah olduğuna göre, her derdin bir devası, her günahın bir tövbesi muhakkak var.
Hz Peygamber (s.a.v.) şöyle buyururlar: “Allah (c.c.) devası olmayan dert indirmemiş, her hastalık için mutlak bir şifa indirmiştir.”
Bir başka rivayette ise: “Ey Allah’ın kulları! Tedaviye devam edin, zira Allah her hastalığın şifasını da yaratmıştır. Şifası olmayan tek şey ihtiyarlıktır.”
Enbiya suresinde anlatıldığına göre Eyyüp (a.s.)’a da Allah’tan bir hastalık gelmiş, O da: “Ey Rabbim! Başıma bir hastalık geldi.
Sen merhametlilerin en merhametlisisin” diye dua etmiş. Cenab-ı Hak’da onun duasını kabul etmiş, Sad Suresi’nde bildirildiğine göre de, yerden bir su halk edilerek şifaya erişmesi sağlanmıştı. (Bu su Urfa’dadır)
Neyin şifaya vesile olacağını bilmek güç olduğundan şifayı aramak şart, ancak her şeyden önce yapılması gereken, hastalanmamak için gerekli tedbirleri almak.
Bütün ihtimama rağmen insana hastalık da gelebilir; bu durumda sabretmek, şifa aramak ve hamd etmek gerek. Unutulmamalıdır ki, iman ve dua şifanın ana kapısıdır.
Korunmanın En İyi Yolu Nedir
Hastalıktan korunmanın en iyi yolu; yiyince az yemek, sindirim tamamlanmadan yemek üstüne yiyip içmemek, yemezden evvel ve sonra el ve ağzı yıkamak, başlarken besmele, bitirirken hamddır.
Unutulmamalıdır ki şifa hazımdadır. Ancak hazmedilen şeyinde bedenin ihtiyaçlarını karşılayabilecek gerçek gıdaları olması gerekir.
Müslüman hatta bütün insanlar sıhhatleri için nimetlerin ‘helâl’ ve ‘tayyib’ olanlarından, israf etmeden yiyip içmeli. Günümüzde pek riayet edilmeyen bu vazifeler, geçmiş ümmetler ve nesillere oranla daha çok hastalanmamıza yol açıyor.
Bu asırda gıda özelinde -hibrit ya da GDO olarak adlandırılarak- yaratılışa yapılan müdahaleler, üretim süreçlerindeki işlem ve eklenen katkılar, sentetik gübre ve zehirli tarım ilaçları ile ambalajları yüzünden, hem daha çok hastalık çeşidi ortaya çıkmış, hem de gıdaların besin değerleri yok edilmiştir.
Vitamin, mineral, protein, yağ vb bedenin ihtiyaçlarının gerektiği gibi karşılanmaması, orta ve uzun zamanda çeşitli ağır rahatsızlıkları beraberinde getirir.
Günümüz rahatsızlıklarının pek çoğunun ihmal ve umursamazlıkların yanı sıra, modern ifsad nedeniyle çoğaldığını belirtmek zorundayız.
İlk Hekim Hz Âdem’dir
Şifa için müracaat edilecek çok sayıda yol ve araç olduğuna göre, bunların meşru olması, insana zarar vermemesi ve haramlardan oluşmaması gerekir. Günümüzde bazı çevreler tıbbı sadece kimyasal batı tıbbından ibaret zannedebilir.
Oysa ihtiyacı olan her şeyi Âdem (a.s.)’e öğreten Allah, dönemin ihtiyacı kadar tedaviyi de öğretmiştir. Hiç kuşku yoktur ki, ilk hekim Hz Âdem (a.s.)’dir.
Vahyi dayanakla dünyevî bilginin ilk inşasını Hz Âdem yapmış, sonraki gelen nesiller ise bu bilgiye tecrübelerini ekleyerek büyütmüşlerdi. Koruyucu hekimlik hatta tedavide kullanılan bu tecrübelerden biri tıbbî sülük, diğeri de hacamat…
Tedavinin en önemli aracı olan ilaçlar, 20’nci asra özellikle de ikinci cihan harbine kadar bütünüyle tıbbi bitkilerden elde ediliyordu. Bugün ise tümüyle sentetikleşti.
Bir adım daha atan endüstri, ilacı ve aşıları genetik bir müdahale olan ‘rekombinat teknolojisi’ ile üretir hale geldi. Bu yüzden de, GDO’suz ve haram içeriksiz ilaç bulmak oldukça güçleşti. Ve artık bu sentetikler şifadan çok derdi büyüten birer silaha dönüştü.
Tıbbın tarihini ilk insana kadar götürmenin güçlüğünü biliyoruz. Zira tıbbiyelilere tıbbın gerçek tarihi öğretilmiyor. Kimsenin hatırı için hakikatten vazgeçecek değiliz.
Türkiye’de doktorluk yapıp da yazma eserleri okuyamayan, bırakınız yazmaları 19 ve 20’nci asırların metinlerine bile bigâne kalan ne kadar çok insan var.
Bugün hangi bilim dalında eğitim görürseniz görünüz, önce o alanın tarihi en ince ayrıntılarıyla öğretilirken, söz konusu insan ve onun sağlığıyla ilgilenen tıp dalında tıbbın gerçek tarihi neden öğretilmez? Bu nasıl bir korkudur ki, gerçeğin öğrenilmesini büyük bir güçle engelliyorlar?
Doktorunuza sorunuz, Hipokrat’ın dışında kaç hekimin adını sayabilir? Müslüman hekimlerin tıbba yaptıkları katkılardan kaçının haberi var?
Sırf Osmanlı tıbbını öğrenmek için pek çok batılı Türkiye’ye gelerek, Osmanlı Türkçesi, Arapça ve Farsça öğrenip, onlarca yıl ne kadar eser varsa inceleyebilirken, bizden bu kütüphanelere girip, dünün hastalıkları, tedavi ve ilaçları, bunları yapanların bilgi, tecrübe ve kişilikleri hatta yanlışları konusunda çalışanlara neden pek rastlanmaz? Bir batılı kendi tarihini bilmekle kalmayıp, bizi de merak ederken, biz o hayran olduğumuz batılı gibi neden kendi geçmişimizi merak etmiyoruz?
Kitab-ı Tıb, Miftahün-Nur ve Hazainü’s Sürur ve Zahire-i Muradiye eserlerinin müellifi Sinoplu hekim Mü’min b. Mukbilzade (1437) sanki kalkıp gelmişte günümüzü tasvir ediyor ve diyor ki: “Asla tabiplikten haberleri olmadığı halde niceleri ‘bilge tabip’ diye tanınırlar.
Usul, nizam, ilaç nedir bilmezler. Teşhis nedir fark etmezler, yiyecek ve içecek nasıl kullanılır bilmezler; pıhtılaşmadan anlamazlar, kanın deveranını bilmezler velâkin tıp davasının hâkimi kesilirler…”
Tıp Tarihi Tıbbın Kendisidir
Sanırlar ki, tıp tarihi sadece tarihsel değeri olan bir şeydir. Oysa tıp tarihi, tıbbın kendisi! “İlim birdi insanlar onu çoğalttı” buyuran Hz Ali (k.v.), sanki günümüzü ya da modern tıbbı şerh ediyor.
Unutulmamalıdır ki, tıbbın iyi ve nitelikli olması, herkesin hayrınadır ve dünyayı daha yaşanılabilir bir yer haline getirir. Tıbbın görevi sadece hastaları iyileştirmeye çalışmak değil, insanları hastalandırmamaktır.
Esasında olması gereken tıbbın aslına rücu etmesi, eskiden olduğu gibi tıbbiyelilerin bilge ve hikmet ehline dönüşmesidir. Aslına rücu etmesi şartıyla, tıp camiası dışında kalanlara düşen ise, bu kimselerin gönlünü hoş, kesesini ise dolu tutmaktır.
Bu halin gerçekleşmesi için herkese görev düşüyor. Bu vazifeyi, muazzam bir bilgi deryasının üstünde oturan ama bundan bihaber bizlerden daha iyi kim yapabilir ki?
Tıbba Hâkim Olanlar, İktidara Da Hâkim Olur
Hastalık ne kadar yaygın olursa olsun tarihin hiçbir döneminde normal görülmemiştir. Çünkü hastalık ve tedavilerin etkisizliği hayat kalitesini bozar. Bir toplumun geleceğini de insanların sıhhat düzeyleri belirlediği için, Müslümanlar toplumun sağlığımı her şeyin önünde tuttu.
Bu da tıbbın gelişimine büyük katkı sundu. Zira insan değerli ise, tıp daha başka bir anlam kazanır. Batının ruhi sorunlar yaşayanları yaktığı bir dönemde, Müslümanlar su ve müzik sesi başta olmak üzere çeşitli araçlarla bu hastaları sıhhatine kavuşturuyordu.
Bu yüzden gerçek tıbba hâkim olanlar, toplumsal iktidara da hâkim olur. Günümüzde bu hâkimiyet, toplum sağlığı şöyle dursun, onları hasta edip, ekonomik ve siyasal olarak sömürme ve gizliden de olsa geleceklerini yok etme üzerine kurgulanmıştır. Bugün baskın bir iktidarı var ise de, buzdağı artık hızla eriyor.
İşte bu yüzden gittikçe daha fazla insan, geleneksel tıp yöntemlerini, kimyasal tıp ve teknolojilerine tercih etmekte ve bunların ahlaki temellerini sorgular hale gelmektedir.
Tıp hem kendinin, hem de insanlığın yarınını kurtarmak istiyor ise, batının bizi hiçbir zaman dâhil etmediği tıp tarihini, tıbbî gerçekliği ve ahlâkı sorgulamak ve de yeni bir inşâya mecburdur.
Mamafih tıp, tıpçılara bırakılmayacak kadar önemli ve hayatiyet taşıyan bir dal olup; tıp fakültelerinin eğitim sistemi ile ülkenin hastalık ve tedavi yöntemlerine bakışı tümüyle yeniden ele alınmak zorunda. Tıp eğitimi, liseden sonra değil, ortaokuldan sonra başlamalı, eğitimin ilk yılları Türkçe, Osmanlı Türkçesi, Arapça, Farsça, Latince ve İngilizce lisanları ile tıp tarihi en ince ayrıntılarıyla öğretilmelidir.
İslam fıkhı/hukuku, tıbbın tedavi, ilaç ve genetik faaliyetlerine de müdahildir. Bu yüzden Müslüman bir ülkede tıp mekteplerinde fıkıh eğitimi de tıp eğitimine dâhil edilmelidir.
İlk Aşıyı Müslümanlar Üretti
Bunları bilmeyen, bitkilerden haberi olmayan, insanı hasta eden bütün unsurları bilmeyen birinin yapabileceği şey, batıyı körü körüne taklitten öte geçemez. Tedavi edici gerçek ilaçları yapamaz, teşhis ve tedavi araç ve yöntemlerinin gelişimine katkı sunamaz.
Batı hep üretici, bizse hep kullanıcı olarak kalırız. Tıp tarihi dikkatlice incelendiğinde, en ünlü hekimlerin Müslümanlar arasından çıktığını ve tıbbî araçların temellerini de bunların attığını görülecektir.
Pek az bilinen bir gerçek şudur ki, çiçek aşısı Anadolu’nun şifacı Yörük kadınlarının uygulamaları incelenerek, ta 16’ncı asırda bulunmuştur. İngiliz sefiri, İstanbul’dan çiçek aşısını birkaç yüzyıl sonra batıya götürerek onları da çiçekten kurtarmıştır.
Müslüman şifacı kadınların keşfedip, Osmanlı hekimlerinin sistematize ettiği bu aşı sayesinde, yüzde 17 olan çiçek ölümleri, yüzde 1’e düşürülür. Oysa bugün bu ülke, çiçek aşısı bile üretemez durumdadır.
Görülüyor ki, gerçekler tarihin gölgesinde bırakılarak bütün bir insanlık batının insafına terk edilmiştir. Biz bu yenilmişlik hastalığından kurtularak, bütün insanlığın gıpta edeceği yeni bir sistem inşâ edebiliriz.
Esas Olan Tedavi Değil
‘İslam tıbbı’ olarak nitelenen uygulamalarda ana esas, insanı hastalandırmamak, hastalanmış ise ona zarar vermeden tedavi etmek.
Modern tıp öncesinde, hekimlik eğitimi almamış, insanı yeterince tanımayan ve ilaçları en ince ayrıntılarıyla bilmeyen kimselerin tabiplik yapmasına izin verilmezdi. O hekimler ki, sadece tıbbı değil, nebatatı, kimyayı, astronomiyi, astrolojiyi, matematik ve felsefi dalların yanı sıra, dinî ilimleri de mutlaka bilirlerdi. Bugünse bir tıp mektebini bitirmeniz, doktor olmanız için yeterli hâle getirildi.
Koruyucu hekimlik neredeyse tümüyle ortadan kalktı, en azından devletler ve tıpçıların ilgi alanından çıktı. Zira bu alan kazanç getiren bir faaliyet olmadığından, kapitalist zihin ve sistemler açısından tercihe şayan değil.
Batının ‘fitoterapi’ dediği bitki bilimi yani bitkisel ilaçlar, sülük ve hacamat uygulamaları, Orta Asya ve Uzakdoğu bölgelerinde geliştirilmiş çeşitli zararsız tıbbi tedavi yöntemleri, devletin ilgisizliği, sentetik batı tıbbı eğitimini almışların düşmanlığı ve toplumun bilgisizliği yüzünden yeterli bir kullanım alanı bulamamakta idi.
İnsanı ve devletleri sömürmekten, daha fazla hasta etmekten öte pek başarı sağlayamayan batı tıbbı karşısında çaresiz kalan insanlar, bazı ön alıcı kimselerinde katkılarıyla son beş yılda bu alanı keşfetmiş ve önemli yararlar sağlamıştır.
Tıp Tarihinin Kahramanları
Hiç kuşku yok ki, İslam tabipleri tıp tarihinin yegâne kahramanlarıdır. Kindî, Er-Razi, İbn-i Sina, Şerefeddîn Sabuncuoğlu, Akşemseddin, İbn-i Şerif, Merkez Efendi, Huneyn bin İshak, İbn-ül Baytâr, İbnü’n Nefis, İbn-i Heysem, Ebu’r Reyhan El Beyrunî, İbn-i Cezzar, Altuncuzâde, Ahmed Dâi Ahmedî ise bunlardan sadece bir kaçı.
Eski hekimler sadece insanları tedavi eden tabipler olmayıp, aynı zamanda hem meslektaşlarının hem de hastasının düşünce dünyasını da inşa eden dehalardı.
Ünlü hekim Galen, erdemli bir hekimin filozof olması gerekli olduğunu belirtir. İshâk b. Ali er-Ruhâvî, ‘Edebu’t-tabîb’ adlı eserinde de, hekimde bulunmaması gereken ahlâki özellikleri şöyle sıralar: “Hekim; kindar, hasetçi, aceleci, çabuk usanan, kibirli ve çıkarcı olmamalıdır.
Bilakis bağışlayan, insanlara müsamahalı, ağırbaşlı, anlayışlı, yumuşak huylu, mütevazı, iyilik sahibi, kanaatkâr, iffetli, temizliği mükemmel bir insan olmak zorundadır.”
Hekimin, hastasının inancını dikkate almak zorunda olduğunu belirten büyük hekim Ebu Bekir er Râzî ise; “Hekim kendini; oyun, eğlence, zevki sefa, aklı devre dışı bırakan sarhoş edici şeyleri kullanma konusunda korumalı; hastalara iyi davranmalı, kibar ve nazik olmalı, alçak gönüllülük ve ahlak ziynetini takınmalı, kötü sözü terk etmeli, kibir ve gururdan uzak durmalı, teorik ve pratik yönden kendini ispat etmelidir. İnsanları sosyal statülerine göre ayırmadan, insan olduğu için tedavi etmeli ve sırlarını saklamalıdır” der.
Bugün bir takım tıpçıların hakir gördüğü tıbbın ana kaynakları ve geleneksel uygulamalar, ‘alternatif tıp’ veya ‘tamamlayıcı tıp’ olarak etiketlendiriliyor.
Bir alternatiften söz edilecekse, ekonomik ve siyasal gücü ile üstünde yükseldiği geçmişi yok sayan modern tıptır alternatif olan. Nasıl ki insan bir bütündür ve parçalanmaya kalkıldığında insanın tevhidi dolayısıyla da hayatiyeti bozulursa, ilmin, özelde de tıbbın parçalanması onu yok etmekte.
Asıl Dertleri İnsan ve Bilginin Tevhidi
Bir şeyi parçalamak, onu tevhidden dolayısıyla hakikatten uzaklaştırır. Modern bilim dallarının yaptığı en büyük kötülük, ilim dallarını dolayısıyla insanı ve tabiatı param parça ederek, tevhidden ve gerçekten bizi uzaklaştırması...
Hiçbir akıllı insan bu tuzağa düşmemeli. Bu tuzaklar yüzünden paramparça edilen tıbbın bir alt dalı, insanın bir hastalığını giderme adıyla bin bir derde müptela olmasına yol açıyor.
Unutulmalıdır ki tıp, ne batıya, ne doğuya, ne şuna, ne de buna aittir. Tıp ilk insandan bu güne, insanlığı şifaya götürmeye gayret eden ayrıcalıklı bir araç...
Bir otomobil kötü bir sürücü elinde kaza yapıp, yolcularını ölüme veya sakat kalmaya götürürse, tıbbı sadece sentetik ilaçlardan müteşekkil reçete yazmak sananlarda aynını yapıyorlar. Zira tıp, kesip-biçme değil, bilgi ve hikmettir.
Belki artık çok şey biliyoruz, ama bu modern bilginin bizi hikmete ve sıhhate götürmediği kesin. Bilgimiz marifete, o da irfana dönüşmediği müddetçe hak ve hakikatten söz edemeyiz.
Eskiden zenginler acıktıkça, fakirler ise buldukça yerlermiş. Oysa bugün hemen herkes, yataktan kalkıp, tekrar yatana kadar sürekli yiyor. Bu yüzden de her birimiz sayısız hastalığa müptelayız.
Bidayetten nihayete kadar asıl olan emanete sahip çıkmak... Zira Allah (c.c.), kuluna yiyip içme, bunların nitelik ve muhtevası, akıl ve bedenin sıhhati ve hangi nedenle tezahür ederse etsin hastalıkların tedavisi hakkında bize hesap soracak.
Cevabı hazır olanlar parmak kaldırsın! Neden hiç kimse parmak kaldırmıyor? O halde haydi başa dönelim!