İslam Tıbbı
İslâm tıbbı ve onun eczacılık, cerrahî ve diğer bölümleri, ruhunu ve varlığını İslâm’ın eşsizliğinden almıştır.
Modern tıp, daima Batı’yla özdeşleştirilmiş bir alan olarak kabul görmektedir. Elbette Batı’nın tıbba olan katkıları inkar edilecek veya gözden kaçırılacak bir husus değildir.
Ancak modern tıbbın, azgınlaştığı ve tanrılığa/ilahlığa soyunduğu bu zamanlarda, geleneksel tıp sanatını ve onun sanatkârları olan kadîm tabiplerini hatırlamak bilimsel bir borçtur. Bu tıp gelenekleri içerisinde, insanın faydası ve mutluluğunu esas alan İslâm tıbbı oldukça kapsamlı bir yer işgal etmektedir.
İslâm Tıbbı Ve Kökeni
İslâm tıbbı ve onun eczacılık, cerrahî ve diğer bölümleri, ruhunu ve varlığını İslâm’ın eşsizliğinden almıştır. Ancak onun gelişim ve tekâmülünde, Grek-İskenderiye, Hint ve İran tıbbının kadîm birikimi de önemli bir katkı olarak mevcuttur.
Yüce gaye ve amaçların gerçekleşmesine yönelik tükenmez bir enerji ve gayretle şekillenen; kendi alanının tüm bö- lümlerini içine alan İslâm tıbbı, on beş asırlık tecrü- besiyle Güney İspanya’dan Bengal’e kadar olan bir coğrafyada hayat bulmuştur.
Kadîm geleneklerin birikim ve külliyâtından yararlanan İslâm tıbbı, bununla yetinmemiştir.
Zira Müslü- manların inşa ettiği bu tıp geleneği, hiçbir zaman metafizik ve kozmolojik alanla irtibatı koparmamıştır. Sağlık, sıhhat ve tıpla alakalı mevzulardan ifade ve tavsiyelerin bulunduğu Kur’an ve hadisler, Müslüman tabiplerin İslâm’la bağlarını güç- lendirmelerini sağlamıştır. Bununla birlikte İslâm fıkhındaki sağlık, beslenme, abdest, gusül ve bedenle ilgili birçok hususun tıpla bağlantısı bulunmaktadır.
Aynı zamanda bedene aidiyet kazandıran ruh ile “ruhun tapı- nağı” beden hakkındaki Batınî öğretilerin de, tıp ve İslâm’la bağı kuvvetlidir. Hâsılı İslâm tıbbı, her daim din ile yakın olan münasebetini canlı tutmuştur.
İslâm tıbbı, Hz. Muhammed (s.a.v)’in hayattayken, karşılaştı- ğı hastalara yapılmasını önerdiği sözleriyle başlar. Nitekim hasta ve hastalıklarla ilgili bu hikmetli sözler/hadisler, Hz. Peygamber (s.a.v)’den sonra Tıbbu’n-Nebevî ismiyle kitap haline dö- nüşmüş; hadis külliyâtı içinde bir bölüm olarak varlık bulmuştur. Buharî’nin Sahihi’ndeki et-Tıbbu’n-Nebevî kitabı büyük ilgiye mazhar olmuş ve çok yaygınlık kazanmıştır.
İlk Müslüman Hekimler
Tıp, Hz. Peygamber döneminde de ilgi duyulan bir sahadır. Zira hasta ve hastalıklar, insanın yaratılmasıyla var olmuşlardır. Ancak İslâm Peygamberi’nin yaşadığı zaman ve mekân bu tür hayatî bir alan için yeterli imkâna sahip değildir. O devirde bile, Müslümanların yabancı (gayr-ı müslim) kaynaklı tıp bilgisine yönelik büyük bir merakı söz konusuydu.
Kaynaklar, ilk Müslüman hekimin Hz. Peygamber’in ashabından ve aynı zamanda teyzesinin kocası olan Hâris b. Kelede (Kaladân) olduğu konusunda aynı düşünceleri aktarmaktadırlar. Bu sahabî, bir rivayete göre, Hz. Peygamber’in teşvikiyle tıp sanatını öğrenmek ve araştırmak için Cündişapur’a (İran) gitmiştir. Hatta o, Sâsânî kralı Enûşirvan ile sağlık hakkında sohbet etmiştir. Sonradan Medine’ye dönen Kelede’nin, kendisi gibi oğlu Nadr’in de bir hekim olduğu bildirilmektedir.
İslâm’ın dış kaynaklı tıp ile erken bir dönemde tanışması- na karşın, Arap Müslümanların bu sanata ilgileri ileri düzeyde gerçekleşmedi. Bundan dolayı İslâm coğrafyasındaki ilk hekimlerin çoğunluğu Hıristiyan, Yahudi veya İranlı bir kökene sahiptiler. Ancak Arapça’nın bilim dili oluşu ve özellikle de bir tıp dili haline gelmesiyle, tıbbî irfanın Arap Müslüman kültür havzasında işlerlik kazanması gerçekleşti.
Cündişapur ve İskenderiye gibi iki tıp merkezinin İslâm coğrafyasına katılmasıyla birlikte, buradaki usta ve donanımlı hekimler Müslüman toplumun ve bilginlerin hizmetine hazır durumdaydılar. Ancak Emevi Halifesi I. Mervan dö- neminde Basralı Yahudi hekim Mâserceveyh’in Ahron’un Pendicts’ini çevirmesine kadar başka Arapça tıp kitabı tercü- mesi mevcut değildi.
Tabip, Hekim, Hakîm
Yine de İslâm medeniyeti, yeni tıp metot ve uygulamalarıyla birlikte, alana mekanlık yapacak kurum ve ilkeler/değerler inşa etti. Sağlık ve tıp sahasındaki gelişme ve terakki, İslâm dışı bir kökene sahip olan hekim modelini, İslâmî bir imajla evrime uğrattı, tekamül ettirdi.
Zaman içerisinde hekim (tabip), hakîm (hikmetli kişi, bilge) kimliğine büründü. Nihayetinde ortaya çıkan hem geleneksel ilimlerdeki üstatları ifade eden hem de hekim (tabip) ve hakîm (filozof) olan bir bilge tipi teşekkül etti.
Kindî’den İbn Sînâ ve İbn Rüşd’e kadar İslâm filozofların çoğunluğu, aynı zamanda yetkin birer hekimdiler. Muhammed b. Zekeriya er-Râzî ve İbn Sinâ gibi hekim ve hakîmler, çağlarında benzerleri bulunmayan bilge tabiplerdir. İslâm dünyasının geçmişinde tıbbın öğretim ve uygulaması, diğer bilimlerden bilhassa felsefeden ayrı bir disiplin olarak değerlendirilmiyordu.
Sonuçta tıpla ilgili hâsıl olan birikim, İslâmî ilimlerin birliğini simgeleyen ve çeşitli bilgi dallarını bir sıralamayla öğreten/ikmâl ettiren bir bilg(e)in modelini üretti/yetiştirdi.
İslâm Tıp Teorisi
İslâm tıp teorisi; İslâm metafiziği, kozmolojisi ve felsefesiyle iç içe algılanan bir ilişki içerisinde düşünüldü. Zira tıbbın konusu, yani insan bütün varlığı kendisinde özetleyen küçük âlemdir. Bir başka ifadeyle insan, var oluşun sembolüdür.
Böylece insan, varlığı kavrama ve anlamanın anahtarı olmaktadır. Nitekim Müslüman hekimler, insan bedenini, nefsinin bir uzantısı ve devamı olarak düşünmüşlerdir. Bu anlamda beden, hem ruh hem de nefsle yakın bir ilişki içerisindedir. Birbiriyle münasebetleri sebebiyle, Müslüman hekimler, bu güçlerin insan üzerindeki etkilerini incelediler.
Tıp Eğitim Ve Öğretimi
Tıp öğrenimi, temel ilkeleri yönüyle medreselerde tahsil edilmekle birlikte, cerrahî, eczacılık ve bunlarla ilgili kliniklere bir tıp okulu eklenerek hastanelerde öğretiliyordu. Ayrıca yetkin bilge hekimler, evlerinde ve özel mekânlardaki ders halkalarında tıp öğrencileri yetiştiriyorlardı.
Öğretim, çoğunlukla aile çevrelerinde, özel dispanserler veya özellikle eczacılıkla ilgili olarak eczanelerde sürdü- rülüyordu. Tıpla ilgili bir ailede nesiller boyu teşekkül etmiş tıp geleneği, İslâm medeniyet ve coğ- rafyasında gerek Müslümanlar gerekse Hristiyan ve Yahudiler arasında varlığını yüzyıllarca devam ettirdi. Bu geleneğe sahip olan Endülüs’te İbn Zühr, İran ve Irak’ta Buhtîşû aileleri, asırlarca büyük hekimleri insanlığın faydasına/hizmetine kazandırlar.
Hastane, Hastaevi, Bimaristan, Mal(R)Astan, Dârüşşifa
Müslümanlar, şifa veren bir merkez olarak hastane kurumunu, İran ve Bizans’tan miras olarak aldılar. İslâm’dan önce Ahvaz kenti yakınlarındaki Cündişapur hastanesi, hem hasta tedavisini hem de kapsamlı bir tıp öğretimi sunmaktaydı.
Müslüman hükümdarlar içerisinde ilk hastanenin I. Velid tarafından teşekkül ettirildiği nakledilse de, donanımlı gerçek bir hastane, VII. yüzyılda Harun Reşid’in emriyle Bağdat’ta inşa edilmiştir.
Hastanenin yö- neticiliğine, Cündişapur’dan çağrılan Hristiyan hekim Cibrail b. Buhtîşu getirilmiştir. Bu tıp kurumunun önemi, İslâm tıbbının doğuş dönemi hastanesi olmasından kaynaklanmaktadır. Hastanenin başına Yuhannâ b. Mâseveyh gibi tanınmış çok sayıda hekim atanmıştır. Bu hastane, kurulucak yeni hastanelere model olmuştur.
Daha sonraları; örneğin XIII. yüzyılda Tunus, Cezayir ve Endülüs’te bir çok hastane inşa edildi. Hastaevi (hastane) anlamına Farsça bir kelime olan ve Arapça’da hastane karşılığı kullanılan bîmaristan kelimesi, malastan veya marastân sözcükleriyle İspanyolca’da karşılık buldu.
Osmanlılar döneminde, hastane modellerinde Selçuklu ve Abbasî üslûbu benimsendi. Osmanlı’da ilk hastane, XIV. yüzyılda Bursa’da inşa edilen Darüşşifa idi. Bu kurumu, Fatih’in XV. yüzyılda yaptırdığı, Külliye’sinin bir bölümü olarak inşa edilen hastane izledi.13 İstanbul’daki en büyük hastaneler, XVI. yüzyıldan sonra inşa edildi. O dönemde teşekkül eden hastaneler, XIX. yüzyı- lın Batı’daki modern hastanelerine örnek olmuşlardır.
Hastane Ve Tıp Eğitimi
Genellikle vakıflarca desteklenen hastanelere, şahıslar ve devletler de yardım ve katkıda bulunmuşlardır. Böylece onlar, İslâm dünyasının büyük bilim kurumlarına dönüştüler. Bu kurumlarda, hastaların her türlü bakımları yapılmıştır. Ayrı- ca cüzzamlılar ve deliler, hatta hayvanlar için özel hastaneler de inşa edilmiştir.
“İslâm tıbbının öğretim ve uygulaması; koğuşlara ek olarak büyük kütüphaneler, ders salonları ve tıp öğrencilerinin eğitimi için gerekli öteki düzenlemeleri en nitelikli şekliyle ihtiva eden hastane müessesinden ayrı dü- şünülemez. İslâm tıp uygulaması, gerek hastaneye bitişik olan gerekse ayrı olarak faaliyet gösteren dispanser ve kimyevî ecza dükkânlarıyla daima ilişkili olmuş- tur. Bununla birlikte (çoğu kere attâr denilen) eczacı tipi (halk Türkçe’sinde aktar) daima, resmî hekimlerden daha fazla halk sağlığıyla içli dışlı olmuştur.
Tıp Eserleri
İslâm tıbbı üzerine kaleme alınan eserlerin ekseriyeti, kemikler, sinirler ve kaslar gibi vü- cudun çeşitli bölümlerini gösteren şekil ve dokümanlardan oluşmaktaydı. İnsan vücudunda bulunan kemiklerin sayısı 248 olarak tespit edilmişti.
Kasların anatomi ve fizyolojisine dair şekil ve çizimlere nadiren rastlanmasına rağmen, sinirler bedenin en net ve kesin gösterilmiş bölümlerini oluşturmaktaydı. Müslüman hekimlerin telif ettiği eserlerde organlar, efendi ve hizmetçi olarak isimlendirilmekle birlikte, aralarındaki ilişki oldukça dikkatli bir şekilde gösterilirdi. Örneğin; kalbe oranla akciğer hizmetçi, akciğerler karşısında kalp efendi (yönetici) organ olarak sunulurdu.
Bununla birlikte bazı organlar alıcı, bazıları verici, bir diğer grup da ne alıcı ne de verici olarak isim alırdı. Özetle Müslüman hekimler, bedenin fonksiyonları ve organları arasındaki ilişkiye azamî önemi göstermişlerdir.
Şu halde, İslâm tıbbı; Kâdim Kelam’dan ve Hz. Muhammed (s.a.v)’in hikmetli söz ve uygulamalarından ayrı düşünülemez. Tıp sanatının, Müslümanlarca öğrenilmesini bizzat İslâm Peygamberi (s.a.v) teşvik etmiş- tir. İslâm tıbbı, ruhu ve bedeni, birbirlerini tamamlayan unsurlar olarak görmüş; her ikisinin sıhhatine de önem vermiştir.
Avrupa’da, cüzzamlılar ve deliler, toplumdan ayıklanıp acı- lara terk edildiği dönemlerde, Müslüman tabipler, bu hastaları İslâm tıbbına özgü metotlarla tedavi etmiş ve topluma kazandırmışlardır. Dolayısıyla İslâm tıbbı; renk, ırk, inanç ve cinsiyetlerine bakmadan bütün insanların şifa bulması için her türlü imkânı ve yeteneği kullanmıştır.
Ancak bu kadîm tıp sanatı, modern tıbbın bir kısım acımasız aktörlerinin yaptığı gibi, hiçbir insanî ve ahlâkî olmayan yöntem ve tekniği, insanlar üzerinden uygulama bahtsızlığını göstermemiştir.